Sor-gu-la-ya-ma-mak
Türkiye sınırları içerisinde yaşarken “sorgulamak” ya da “sorgulayamamak” üzerine binlerce yazı yazıldığını düşünüyorum. — ya da umuyorum — Tabi, sadece Türkiye gibi bir kısıtlamaya gitmek bir yerde kendimizi kandırmak olur. Fakat kişi yaşadığı çevreyi baz aldığı için, ne zaman bedeninden ayrılıp Tanrı edasıyla bir kuş gibi gökyüzüne çırparsa kanatlarını belki genellemeye gidebiliriz.
Küçükken en çok ilgimi çeken oyuncak, oyuncak da denir mi bilinmez, iç içe geçmiş Rus bebekleriydi. Matruşka olarak biliniyor. Eğer dünyayı bir nesneye benzetmem gerekseydi, ilk tercihim matruşka bebekler olurdu.
Sorgulamak ve matruşka bebek arasında nasıl bir bağ olabilir de bu yazıyı okuyorum ben?! diye bir iç geçirmiş olabilirsiniz, katılıyorum.
Birey, aile ya da aile içte mi olmalı? Bence birey olma aşaması bizde yok bile. DNA’ların kopyalanmasına o kadar hayranlık besliyoruz ki düşüncelerimiz, inandıklarımız ve de olmak istediklerimiz de geçsin istiyoruz kendimiz gördüğümüz canlılara.
Çocuk sahibi olmak garip. Böyle bir deneyimi yaşamadan üzerine konuşmak doğru mudur? Evet, tek istediğim böyle bir soru sormak. Bu konu hakkında sormak tepkilere yol açmazken konu Tanrının varlığı ya da aile iç yapısı olduğunda taşlar tsunamiyi hissediyor.
Bana soracak olursanız her şey o beşiğinde duran çocuğun, “neden” sorusunu soramadığı an başlıyor.
Hatta ondan da öncesi.
İzlerken, gördükleri an başlıyor. Hangi matruşka bebeğiyle bu düzenin büyüsüne kapıldık bilmiyorum zira kopyalanarak gidiyor. Bir bilgisayar kodunda sonsuz döngüye girmiş gibi hissetmek belki duygularımın tarifi olabilir.
Ben sorgulayamıyor oluşumuzu bir resme aktarsam karanlık bir tablo çizerdim. Sanki gökyüzünü izliyormuş gibi, kapkapranlık bir resim karşısınızda. Sol alt köşesinde bir beyaz tüy görüyorsunuz. Hava o kadar güzel ki bu tüy nasıl orada kalır diye iç geçiriyorsunuz. Üzerinde çok ağır taşlar var. Bir değil iki değil, sayısını unutuyorsunuz onları gördükçe.
Neden? Neden kendini bırakmıyor ki o gökyüzüne?
Korku?
Bence korku.
Aynı ölümü hayal ettiğimiz gibi, hepimizin ortak bir korkusu. Sırf bilmediğimiz için onu korkuya boyuyoruz.
Bana soracak olursanız ölümden kormuyorum. Bilinmezliği korku ile boyamaktansa şeffaf bırakmak hoşuma gidiyor. Sonra o renk bir halat oluyor boynumuza, kısıtlıyor düşüncelerimizi.
Sorgulayamamak üzerine tek kelime etmemişim gibi gelebilir. Düşüncelerim karınca sürüsü olmak yerine yolunu şaşırmış bir kelebek olduğundan nereye gittiğini çoğu zaman ben de takip edemiyorum.
Hepimiz bir ütopyası vardır ya.
Benimkisi sorgulayabilenler olurdu. Her şeyi, her şeyi sorgulayabileceğimiz bir dünya.
Bir insanın yaşı, mesleği, parası ya da ismi bir koruma kalkanı oluşturmadan önünde kelimelerimiz ulaşırken ona. Çünkü bir öğretmenseniz ne haddine bir öğrencinin sizin bilginizi sorgulaması, değil mi? Çünkü bir baba iseniz ne haddine çocuğunuzun bir birey olarak konuşması, değil mi? Çünkü bu sistemdeki hangi matruşka bebek olduğumuzu biz bile bilmiyoruz. Bir önceki ya da içimizdeki esiri olmuş, esir etmeye çalışan bir döngünün içindeyiz.
Hayatımda ilk kez din hakkındaki düşüncelerimi söylediğim zamanı hatırlıyorum da, güzel bir andı. Bir etüt merkezindeydim ve de bir matematik hocamız vardı. Konu nereden açıldı bilmiyorum,
inanmıyorum dedi,
benim inandığım insanlık dedi.
O an, bende sorun yokmuş, ben sorunlu değilmişim!
sevincini içten içe nasıl yaşamıştım hatırlıyorum.
Çünkü 16 yaşındasınız ve bir şeyleri sorguluyorsanız insanların alnınıza yapıştırdığı sıfatları biliyorsunuz. Yanlış yollar, ergenlik, özentilik ve daha nicesi. Fakat o öğretmen bana ilham olmuştu. Tüm sınıfın karşısındaki tek sıfırdı.
Bu konu üzerine saatlerce konuşabilirim, yine de yeterli gelmeyeceğini biliyorum.
İnsan, zihnini hiç tek bırakmıyor. Her an bir başka bağımlılığın kollarına koşarken üzerine yeni bir taş ekleyip duruyor. O siyah gökyüzünden korkuyoruz çünkü bilinmezlik korkutur bizi.
Merdivende bir sonraki adımı bulamazsın, boşluğa düşecek gibi olursunuz ya işte tam da o.
Düşelim ama, yara bere içinde kalsın fikirlerimiz.
Onları uyuşturmak ve de gökyüzünün esintisini sadece uzaktan izlemek bana bir bitki gibi hissettirecek. Ve eminim eğer bir bitki yürüyebilseydi, kanatlabilseydi; kanatlanıp uçardı İkarus’un güneşe ulaşma hevesiyle.
İkarus gibi düşersek ne olacak?
Okyanus, gökyüzünün ikizi, ve bir başka macera.
Bu şarkı ile bitirelim madem bu yazıyı. Zihnimde susmak bilmeyen bir karakteri kaleme alacağım başka bir yazı ile görüşmek üzere.